Tuesday, November 3, 2009

"Değişim"

Aylar aylar ve de aylar geçti. En son Boston'daydım buradaki kayıtlara göre. Oysaki sonunda İstanbul'a dönmüş bulunmaktayım. Bunun üzerinden de hayli zaman geçti ve ben hiçbir şey yazmadım. Yazamazdım da; çünkü hayatımın en hızlı geçen yazını yaşadım bu yıl. Oradan oraya koşturdum ve beklenmedik bir sürü şey geçti başımdan. Hiçbiri de kötü değildi bu başımdan geçenlerin. Sadece hayatımın gerçek anlamıyla "değiştiğini" hissettim ilk kez. Aslında bu değişimi Boston'da yaşamış olduğumu düşünsem de, bunun gerçekte böyle olmadığına karar verdim sonunda. Evime döndüğümde, bana her şeyin ve herkesin farklı geleceğini söylemişlerdi, fakat her şey yerli yerinde duruyordu. Öncelikle ailem. Onlar aynıydı benim gözümde ve 8 koca ayın ardından yeniden onlarla olmak beni çok mutlu etti, bağımsızlığımı elimden yitirmişim gibi hissetmedim asla. Zaten aile unsuru benim için "özgürlük kısıtlayıcı bireyler topluluğu" anlamına gelmemiştir hiçbir zaman. Bizim evde herkes kendi sınırlarını bilir ve ona göre davranır. Dolayısıyla bu tür şikayetlerde bulunmama gerek kalmaz hiç ve onların da benden bir şikayetleri olmaz. Ancak, ailem dışındaki çevremde ciddi bir değişim olduğu kanaatindeyim. Bu, kendimden mi yoksa onlardan mı kaynaklı bilmiyorum ama sadece hissediyorum. Peki şikayetçi miyim bu durumdan? Onu da hiç sanmıyorum. Doğrusunu istersen umurumda bile değil. Değişim kötüdür diye bir şeye inanmıyorum. Değişim ihtiyaçtır ve kendimde devinimi de beraberinde getirir. Dolayısıyla bunun gerçekleşmesi değil beni rahatsız etmek, bilakis mutlu eder. İnsan ömrü, bence, bu değişimleri tek tek yaşayabilmek için bu kadar uzun. Yaz için yaptığım planları yerine getirmediğimi söylemem gerekir bu arada. Evet, birçoğunu yapmadım, üstelik de önceliklerim tamamen değişmiş durumda. Eskiden "kesin yapıcam" dediğim şeyleri artık yapmak bile istemiyor olabiliyorum. Umurumda da değil zaten. Ve ne öğrendim biliyor musun? Plan yapmak çok ama çok boş bir şey. Yani birkaç haftada bile pat diye amaçlarımın değişebildiğini kendi gözlerimle gördüm, bunu göre göre ve bile bile ne diye plan yapacakmışım ki? Saçma, sadece saçma. Gereksiz yani. İhtiyacım yok. Yaşarım ve görürüm gerisi ise gerçekten umurumda değil. Planlarımı yok ettim diye amaçlarımı da yok etmiş değilim elbette. Sadece önceliklerim değişti amaçlarımda hepsi bu kadar. Hayatımda yeni insanlara yer veriyor olmamın etkisi bunda yadsınamaz. Hayatımı tamamlayan ve ona anlam kazandıran yenilikler öyle hoşuma gidiyor ki, sadece onları bile amaç edinebilirim kendime. İkinci fark ettiğim bir şey ise, hiçbir şey hakkında bir daha kesin olarak yorum yapmayacak olmam. Hiçbir kurduğum bağa "kesinlikle bozulmaz" demeyeceğim veya kimse için "kesin çok iyidir." veya zıttı şeklinde yorum yapmayacağım. "Kesin" lerin hepsi bir gün bozuluyor. İster inan ister inanma ama gerçek bu. Kimsenin aslında dostu yoktur, kendinden başka tabiki de. Kimse birbirine göbek bağıyla bağlı değildir ve kimse, kendim de dahil, "değişmez" değildir, yazımın başında da söylediğim gibi. Dolayısıyla başkalarıyla ilgili intibalarım da değişmeye artık o kadar müsait ki. Eskiden bu durum çok zoruma giderdi. Kabullenemezdim ilişkilerimdeki değişimleri. Her şey durağan ve benim tanıdık olduğum haliyle kalmalı deyip dururdum kendime. Ne kadar gülünç bu, şimdi farkına varıyorum. Bırak değişsin, insanlar gelsin ve insanlar gitsin. Tanımak çok güzeldir insanları. Sahte veya gerçek, binbir türlü insanı tanımak.. Gerçekten zevkli ve ben artık bu zevkten kendimi alıkoymuyorum. Gözümdeki at gözlüğünü kaldırıp insanların sadece alıştığım ve bildiğim yönlerindense, onlarda hiç keşfetmemiş olduğum rezillikleri, basitlikleri, kompleksleri, sahtelikleri, bencillikleri, ikiyüzlülükleri veya belki de hiç fark etmemiş olduğum eğlenceli, iyi ve güzel yönlerini görmeye çalışıyorum. Çok iyi tanıdığımı sandığım insanları bir kez daha tanıdım bu yaz ben. Tanımaya da devam ediyorum. Üstelik bunların üstüne bir de yeni insanlar da eklenince, daha da bir keyif alıyorum. İnsan tanımak güzeldir ne de olsa. En az değişim kadar güzel hem de.

Tuesday, June 30, 2009

Boston'da Son Gece..

Gitme zamanı geldi de kapıya çattı. Daha önce de belirttiğim gibi tam olarak 8 aydır burada yani Boston'dayım. Bu gece şu meşhur ve aylardır beklenen 29 Haziran gecesi... Yani buradaki son gecem. Yarın saat 14:30 da shuttle gelip beni evimden alıp buradan götürecek, sonra da uçağa binip 18:30 sularında bu şehirden ayrılacağım. 1 Temmuz, saat 16:30 civarlarında ise Atatürk Havalimanı'na inmiş olacağım. Odamdayım şu an. Dikkatli gözlerle etrafıma bakıyorum, herhangi bir şeyimi yanıma almayı unuttum mu acaba diye her yeri tek tek kontrol ediyorum. Kalbim küt küt atıyor, bunca aydan sonra buradan gerçekten ayrılacağıma bir türlü inanamıyorum. Mutlu muyum? Evet, tam anlamıyla çok heyecanlı ve mutluyum. Bir tarafım burada kalmakta ısrar ediyor, biliyorum. Hiç ama hiç gitmek istemiyor, farkındayım. Fakat diğer bir tarafım ise sabırsızlanıyor. Şu önümde son kalan 24 saatten kısa olan süre bile ona çok uzun geliyor artık. İkiye bölünmüş durumdayım kısacası. Çok seviyorum Boston'ı. İstanbul'u ise daha bir çok seviyorum. Buradaki hayatımdan kopasım gelmiyor, tek başınalığın verdiği müthiş hazzın etkisinde kalmak istiyorum sonsuza dek. Diğer bir yandan, telefonda annemle, internette ise benim için özel olan yakınlarımla konuşurken bir an önce onların yanına varmayı düşleyip gülümsüyorum. Bu gerçekten böyle. İkiyüzlülük yok. Karışık hisler içindeyim. Böyle olmayı hiç ama hiç istemezdim. Şu an bana deselerdi, yarınki uçağın iptal oldu, 1 hafta sonrasına ertelendi, belki de oturup ağlardım. Dönmek için o kadar bekleyemez bir haldeyken, böyle bir haber dünyamı başıma yıkardı muhtemelen. Ama biliyorum ki, bir yandan da içimdeki diğer bir tipleme, kıs kıs gülerdi. "Dönmeyeceksin işte" diye haykırıp dalga geçerdi üzüntümle. "Sevinsene surat asacağına salak." derdi. Böyle de yüzsüzleşebilirdi. Ve işin komik yanı onu kontrol etmekten oldukça aciz kalırdım yine muhtemelen. Sinirleniyorum işte bu halime ben. Saçma salak karışıklıklar içinde olmak insanı çıldırtıyor. Yanlış anlaşılmasın lütfen, gerçekten çok istiyorum artık dönmeyi. Sadece buraya da kesin olarak geri döneceğimi bilme ihtiyacı hissediyorum. Hayatımın bir döneminde tekrar geleceğim buraya yaşamak için. Kendime söz verdim. Ve yapacapım bunu. Master için mi olur, çalışmak için mi olur bilemiyorum şu anda, hiçbir şey belli değil çünkü ama geri geleceğim işte yine başka bir sebeple. Burada yaşadığım hiçbir şeyi unutmaya niyetim yok. Çok güzeldi, çok farklıydı, bazense gerçekten rezaletti, kabus haline gelen günler de oldu benim için; ama tek kelimeyle bambaşka bir seneydi tam anlamıyla burada geçirdiğim sene. Bitsin istedim ama hiç bitmesin istedim. Böyleydi işte.. Şimdi de "bitti artık" diyebiliyorum sadece geriye dönüp bakarak. Sanırım bu yazı da, ona kaynak olan yazasım da bitti bu geceyle beraber. Nokta.

Friday, June 26, 2009

Boston Havası ve Beraberinde Getirdiği Bunalım

İlkbaharın son aylarından itibaren bende genelde hep bir hareketlilik gözlenmeye başlanır. En sevdiğim mevsim hep yaz olmuştur. Sonbaharın ve üzerimde bıraktığı garip ve melankolik etkinin yerinin apayrı olmasına rağmen, yaz benim için mutluluk, enerji, eğlence, keyif, mavi hem de masmavi bir gökyüzü ile yukarıdan bizlere bakıp da gülümseyerek göz kırpan güneş anlamına gelir. Gerçekten içimde hep bir coşku hissederim yaz gelip de kapıyı çalınca. Her sene kıymetini bilip dört gözle beklerdim yaz aylarının gelişini; fakat bu sene Boston'ın buz gibi kış aylarını bizzat donarak yaşadığım için her zamankinden daha da sabırsız bir şekilde beklemeye başlamıştım bahar ve yaz aylarını. Zannediyordum ki, aylardan nisan-mayıs olunca bir anda güneş açıp bu seneki çılgın kışın şehir üzerinde bıraktığı o dondurucu etkiyi ve yağmur-kar fırtınalarını alıp götürecek. Zannettiğimle kaldığımı belirtmek isterim hemen buradan. Evet, sadece zannettim, hayal ettim, istedim, büyük bir umutla ve sabırla bekledim ama olmadı olmadı olmadı işte. Beklenen güzel ve sıcak günler gelmek bilmedi bir türlü. Aylardan nisan oldu, donduk. Derken mayıs geldi diye sevindik, o da beraberinde güneşi ve berrak gökyüzünü getirmek yerine yağmur fırtınaları ile soğuk hava akımını getirdi, yine donduk. Sonra gözler haziranın yolunu gözlemeye başladı ve o beklenen ay geldi. Geldi ama geldi de ne oldu?? İstatistikler gösterdi ki, son zamanların en rezil haziranı yaşandı Boston'da. Sadece toplamda 3 gün güneşli ve açık, diğer günler ise sürekli yağmurlu, hem de ardı arkası kesilmek bilmeyen, sağanak halde yağan yağmurları kastediyorum "yağmurlu" sıfatıyla, kapalı, boğucu ve nemli geçti. Hayatımın en saçma salak haziranıydı kısacası. Buradaki son ayım da elimde patladı böylece. Özellikle geçtiğimiz bu son haftada, yürüyüşlere çıktığımda ağlamak üzereydim elimde şemsiye ve de sırılsıklam kıyafetlerimle. Bu mevsimde benim depresif bir moda girmem tek kelimeyle imkansızken, bu sene başıma gelene inanamıyorum.. Özellikle de böyle ağır bir kışın ardından bu kadar heyecanla yazın gelmesini beklerken.. Hergün dışarı çıktığımda yağmaya doyamayan yağmur ve de şiddetinden asla taviz vermeyen rüzgarla boğuşmaktan zayıf düştü sinirlerim. Artık dayanamıyorum bu rezalet iklime. Hiç bu kadar çok etkileneceğimi düşünmezdim, taa ki başıma gelene kadar. Meğer ne kadar da çok baskı yaratıyormuş bu havalar benim üzerimde. Kendim de farkında değildim bu durumun. Tek bildiğim şey son 1 haftadır artık bitik düştüğüm ve de bir daha yağmur görürsem kusacağım. Önümüzdeki tüm günler gene yağmurlu gösteriyor. Tüm günler derken burada kalan son 6 günümden bahsediyorum. Bugün uzun zamandan sonra geçen yağmursuz tek gündü; ancak o kadar bunaltıcı bir hava vardı ki gökyüzünde, birileri sanki boğazıma yapışmış sıkıyordu. Özetlemem gerekirse mutlu bir hafta geçirmedim ve de Boston'daki son haftama da giriş yapmış oldum dün itibariyle. Dilerim ki en azından son günlerimde bu saçma sapan hava biraz kendine çeki düzen verip beni yeniden mutlu eder.

Sunday, June 21, 2009

Baileys

Baileys, seni ve de üzerimde bıraktığın tıpkı senin gibi tatlı olan bu etkiyi çok seviyorum. Özellikle seni light cream ve buz ile karıştırmaya bayılıyorum. Tadından içilmez, harika bir şey olup çıkıyorsun. Yine kontrolün altına aldın işte beni. Ne kadar içersem içeyim yine de "hafif" sıfatını korumanı da ayrıca çok seviyorum. Seni her halinle seviyorum işte sen anla. Gözlerimi de ele geçirdin sonunda, kapanıyorlar işte bak.. Ne kadar harika hissettirebiliyorsun insana bazen ve özellikle bazı gecelerde. Bu etki hiç bitmesin istiyor insan ve o kadar harika bir şeysin ki, sabah olduğunda yarattığın hissin tadı damağımda kalıyor, hiç baş ağrısı yapıp rahatsızlık hissiyle uyandırmıyorsun beni. Seviyorum seni, evet seviyorum, çok hem de.

Thursday, June 18, 2009

Uzun Bir Aradan Sonra Eve Dönüş ve Boston'a Veda

Hayatımın senesini geçirdim bu sene. Boston'dayım 7 buçuk aydır ve İstanbul'a, evime, arkadaşlarıma, aileme dönmeme sadece iki hafta kaldı. Bazen hala inanamıyorum zamanın nasıl bu kadar çabuk geçebildiğine. Buraya geldiğim ilk gece hala dün gibi aklımda. Sekiz ay sanki sekiz yıl gibi geliyordu bana. Bavulumu boşaltırken sanki bir daha toplamayacakmışım gibi hissetmiştim. Ertesi günlerde ise buradaki hayata alışmakta hiç zorlanmadım, aksine oldukça kolay uyum sağladım kısa bir sürede. Eğlenceliydi ilk aylar, bu minicik şehri bilmiyordum hiç ve puzzle çözüyor gibi hissediyordum hergün onunla ilgili başka başka şeyler öğrendikçe. Sonra kış geldi. Boston'ın dondurucu yüzüyle tanıştım. Hayatımda hiç bu kadar üşüdüğümü hatırlamıyorum ben. Geçmek bilmedi o kış ayları.. Mart ayında bile hala bitmek bilmeyen kar fırtınalarıyla geçirdim günleri. Dışarı çıkasım gelmiyordu ama o aylarda bile çok farklı tecrübeler edindim kısıtlı zamanlarda gidip görebildiğim yerlerde. Boston'ın sıkıcı gece hayatıyla da o aylarda tanıştım. İstanbul'dakinden çok daha farklıydı. Saat gece henüz 10 olduğunda bile sokaklar ıssızlaşıyor, her yer teker teker kapanmaya hazırlanıyordu bile. Gece yürürken yapayalnız hissettiriyor insana Boston sokakları kendini. Bu şehir gecelerin tadını çıkarmak için hiç de ideal bir şehir değildi, bunu iyice anlamıştım. Üstelik senelerdir içinde yaşamaya alışıp bağımlısı haline geldiğim büyük şehir, hele ki İstanbul gibi büyük bir şehir, hayatından çok farklıydı. Evet, farklıydı farklı olmasına her yönüyle ama garip bir şekilde çok sevmeye başlamıştım ben Boston'ı. Her şeyden önce, tek başımaydım burada. Ailesiyle sorunu olan tiplerden değilim, aksine burada bulunduğum hergün, istisnasız olarak, annemle konuştum gerek internetten gerekse telefondan; ancak benim kastettiğim tek başınalık, aileden bağımsız, rahatça hareket etmemden de öte, bir şeye ihtiyacım olduğunda yani çaresiz hissettiğimde kendi başıma işin içinden çıkabilmesini becerebildiğimi görmek. Gerçek tek başınalık budur benim için. Başıma gelmeyen kalmadı gibi bir şey burada. Ayağımı bile kırdım ve her zaman evinde "prenses" muamelesi gören Eda, annesiz doktoruna gitmeyen, üşüttüğünde çorbası ve ilaçları önüne her daim hazır gelen, el bebek gül bebek bir dediği iki edilmeyen Eda, burada hiç de aynı muameleyi görememişti. İşte o zaman gerçek "tek başınalık" ı tattı. Gerek kaldığı evde, gerek okulda, gerekse gündelik hayatta saçma sapan sorunlarla yine kendi başına uğraştı. Zor gelmedi mi? Geldi tabiki ilk başlarda; ancak bu bile garip bir zevk veriyordu ona ve kendisine güçlü hissettiriyordu, sanki yapamayacağı bir şey yokmuş gibi. Asıl özgürlük bu değil midir zaten? Bu bağımsızlık ve onun getirdiği bu ilginç, daha önce hiç tatmadığı his onu o kadar mutlu etti ki, şimdi de eski haline dönmekten çekinir oldu. Evet, durum aynen böyle.. Buradaki halimi özlemekten korkuyorum, gerçek bu. Yeniden "evin pamuk prensesi Eda" olmayı özlemedim mi, çok özledim hem de; fakat beni şu an buradaki gibi tatmin edebilecek mi eski durumum, işte bundan emin değilim. Yaz ayları geldikçe Boston güzelleşiyor, hergün soluğu Charles River'ın üzerinde alıyorum günlük yürüyüşlerimi yaparken ve fark ediyorum ki ben bu şehri gerçekten çok özleyeceğim. Hava durumuna hala alışamadığım bir gerçek gerçi. Haziran'ın 18 i olacak yarın ve haberlere göre, önümüzdeki 5 gün durmadan yağmurlu geçecekmiş. Ben hiç böyle bir iklimle karşı karşıya kalmamıştım. Bıktım ve usandım, evet bu da doğru. Hatta dün sabah uyandığımda hava kapalı ve odam karanlık olduğu için kendimi depresyonda gibi hissetmiştim resmen. Tüm bunlara rağmen, hala kara kara düşünmekteyim buradan nasıl ayrılacağımı.
Diğer bir yandan, son günlerde sürekli olarak evime, şehrime ve değer verdiklerimin yanına döneceğim günü kuruyorum kafamda ve bu beni çok heyecanlandırıyor. O kadar heyecanlandırıyor ki, sırf düşünürken bile kalbimin hızlandığını hissedebiliyorum ben. "Artık sabrım kalmadı, bir an önce dönmek istiyorum geriye" diyorum üstüne üstlük. Doğru da bu dediğim. Gerçekten çok istiyorum artık dönmeyi. Benimki kararsızlık değil, muhteşem bir sene geçirdim burada ve şimdi "hoşçakal" demekten çekiniyorum sanırım bu mini-şehire. Harika tecrübeler edindim, hayatımda özel olduğunu bildiğim bazı insanların, zannettiğimden çok daha özel olduklarının iyice bilincine vardım, harika insanlarla tanıştım, saçma sapan insanlarla karşılaşıp boşa zaman kaybettiğim de olmadı değil. Fakat bunların hepsi ama hepsi bana bir şeyler kattı geriye dönüp baktığımda. Çok şey öğrendim, bazı değişimler yaşadım düşüncelerimde ve hala yaşamaya devam ediyorum da. Bana bu geçirdiğin bir seneyi özetle deseler, yapamazdım. O kadar dolu dolu geçen bir seneydi ki benim için..
Şimdi ise evime gideceğim. Orada her şey aynı, nasıl bıraktıysam öyle, ama ben aynı değilim. Döndüğümdeki ilk izlenimlerimi çok merak ediyorum.
Geçmez, hayatta bitmez dediğim sekiz ayın sonuna geldim sayılır işte öyle ya da böyle. Zaman geçiyor.. Çok çabuk hem de. Ben oraya gidince, yine geçecek zaman, ve buraya tekrar döneceğim zaman da gelecek. O geçene kadar ben hep yeni yeni şeyler yaşayıp göreceğim.. Ömrüm zamanı kovalamakla geçecek tıpkı her insanoğlunun yaptığı gibi... Zaman ise hep bana sanki o benim ensemdeymiş gibi hissettirecek..

Monday, June 8, 2009

Soğumak

Evet, başlıkta da görüldüğü gibi konumuz soğumak. Ama kimlerden? Ne yazık ki hemcinslerimden, yani kızlardan. Gerçekten soğudum birçoğundan ve de beyinlerinde olmayan mantıklarından. Öyle anlatıldığı gibi komplike falan değildir birçok kızın ruh hali ve istekleri aslında, ben bunu keşfettim en sonunda, bizzat gördüm ve de nefret ettim tam anlamıyla. Çok basit yaratıklar olduğu anlaşılacaktır iyice incelenince. Genelleme yapmaktan her zaman kaçınmışımdır, dolayısıyla bu konuda da genelleme yapmayacağım. Konumuz geniş bir kitleyi kapsıyor olsa da, genellemiyorum. Bilen kendini bilir; ancak benim gözlemlediğim kadarıyla kızları anlatmak isterim sizlere. Özellikle ilişkilerdeki boyutunu incelemek istiyorum bu kitlenin. Öncelikle garanticidir bu kızlar nedense. İlişkide de ne garantisi olurmuş demeyin, aksine asıl ilişkilere sanki iş yatırımıymış gibi bakıyorlar. Erkek hep güçlü -hatta kadının kendisinden her zaman daha güçlü olmalı ki kadınının gözüne girebilsin yoksa aşağılanır zavallım-, zengin, kendisi ne isterse onu sağlayabilecek güçte, akıllı, kariyerli veya yaş küçükse en azından ileride bir şeyler olma yolunda (kendi yorumlarına göre hayatta bir şey olmak nasıl oluyorsa artık) olumluluk vaad eden biri olmak zorundadır bu kızlar için. Akıllarındaki belli sorular cevaplanmadan ve de erkek kişisi hakkında bu tür konulardaki bilgileri almadan yani aydınlanmadan birinden hoşlanıp aşık olmaları mümkün değildir pek. Birini hep bir şeyler yüzünden sevmeye alıştıkları için, sebepsiz ortaya çıkan ve kendi doğallığıyla varolan sevgiye anlam veremezler, bu duygunun saf halini tadamazlar hiç. Bu kriterler olmasa bile bu sefer de yok hobileri, yok hayata yükledikleri anlamları, yok okudukları kitapları ve dinledikleri müzikleri didik didik etmeye başlarlar. Ne yapıp edip o sebep bulunur bir şekilde. Kriter bulma kısmı ilk aşamadır, erkek kişisi bu mini testi geçtiyse, 2. aşamaya geçilir. Görüşülmeye başlanmıştır, her şey yolundadır ve zevkli bir ilişki yaşanılmaktadır.. Zaman geçer ve de kız kişisinde her şey yolunda olsa da tam bir sakinlik ve mutluluk hissi mevcut değildir. Aklında hep başka başka sorular, olmayan beynini kemirmektedir. Başlar kendi kendine sormaya, "acaba beni ciddiye alıyor mu?"," amacı sadece kısa süreli bir ilişki yaşamak mı?"," ileride bu ilişkiyi ciddi boyutlara taşımak istiyor mu?" falan da filan.. Sormadan duramaz ya hani bu varlıklar, kaç yaşında olurlarsa olsunlar hem de.. İş olsun diye soruyor işte, amaç rahata ve mutluluğa erememek. Bu abuk sabuk sorularını sırf kendine saklamayıp bu sefer de partneri olan erkek kişisini germeye başlıyor zamanla. Yahu adam senle olmak istemese, neden zamanını harcasın zaten senle, ayrıca ne diye sürekli gelecek için kendini ve partnerini strese sokuyorsun da o anki mutluluğun tadını çıkarmıyorsun? Ama yoook.. Hele ki söz konusu evlilik olunca, kızımız başlıyor da gerilmeye. Nedense günümüze kadar hep bu anlayış süregeldi zaten. "Erkekler evlenmeye niyetli değiller hiç, o yüzden çeşitli yöntemlerle onları masaya oturtmak lazım!" İşte bu cümlenin ışığı altında kızlarımız kendince taktikler geliştiriyorlar, belli yaşları geçirmemeye çalışıyorlar.. Benim de tam komiğime giden kısmı bu işte zaten. Yani neden birini oturup da evlilik gibi bir kurum için bu kadar ikna etmeye uğraşıyorsun? İstemiyorsa istemiyordur, kendi sebepleri vardır, belki de yoktur ve sadece istemiyordur. Zorunda da değildir zaten. Birinle zorla evleniceksen, ne anlamı var ki o evliliğin? Hiç evlenme, evde kal daha iyi. Mantığı ne bu işin? Mantığı garanticilik işte. İşin özü tam da burada yatıyor. Kızımız evlenip kendi aklınca kendini garanti altına alacak, maddi yönden de manevi yönden de. Toptan saçmalık. Öyle bir yönlendiriyor ki bu mantık onları, işleri zoru bunu elde etmeyi düşünmek. Bu mudur yani sevgi, aşk, bağlılık, bilimum saçmalık?... Duygusuz olduğum düşünülsün istemem, aksine bu insanların yaptığı gerçek duygusuzluktur. Ortada sevgi namına geçen en ufak bir istek ve belirti yok, sadece güven ihtiyacını doyurmaya yönelik bir eylem haline geliyor ilişki içine girmek. Bu güveni sağlamak da hep erkek tarafına düşüyor. Erkek ya tabi, güçlü olandır o. Böyle diyorlar sonra da kadın erkek eşitliği diye sokaklarda böğüre böğüre geziyorlar. Sen kafanda bitirmişsin o eşitliği, sana biri gelip "hadi eşitsiniz, dağılın" dese kaç yazar senin o olmayan beynindeki bu saçma tabuların yerli yerinde dururken, attığın her adımı bir erkeği kafakola almak için atarken? Daha doğrusu erkeklere sanki kafakola alınacak varlıklar gibi bakarken. Eh, o zaman senin ne farkın var o komik bir edayla hemen sıfatını yapıştırdığın "kötü kadın" dediklerinden? Çok mu duygulusun sen? Tekrar bir düşün istersen. Görüntüde nasıl yaşadığın değil, asıl neyi amaçlayarak yaşadığın seni sen yapar. Böyle basit bir amacın peşinden koşturup hayatlarını buna göre ölçüp biçmeye çalışan varlıklara saygı duyasım gelmiyor ve onların hemcinslerim olmalarından da ayrıca utanıyorum. Hepsi böyledir demiyorum ve tekrar altını çiziyorum bunun, ancak gerek yetiştirilme mentalitesi, gerekse toplumun değer yargıları malesef sonucunda böyle basit ve komik bir anlayışı da beraberinde getiriyor. Yazık.

Friday, June 5, 2009

Phony phony phony phony.

Unutulmaz Holden Caulfield söylemlerinden biri de "phony" kelimesidir. Herkes için söyler bunu, özellikle de yetişkinleri nitelemek için kullanır bu sıfatı. Sahtedirler çünkü hepsi Holden'a göre. Boş hevesler peşinde koşturup ona buna hava atmak için, birbirleriyle sidik yarışına girip galip çıkmak için uğraşıp durur bu yetişkinler. Hayatlarının monotonluğu, sıradanlığı bu yetişkinlerin kişiliklerini de birbirine benzer hale getirir. Bir de bakmışsın ki, çocukluklarındaki masumlukları, kendilerine özgü hayat anlayışları yok oluvermiş. İşte bunu bizzat görüyorum ben de. Çok uzağa bakmaya gerek yok, kafamı sağa sola çevirmem yeterli. Her yerdeler çünkü. Abartılı tepkileriyle, suratlarındaki kalıplaşmış belli başlı ifadeleriyle, gözlerinden sahtelik akan gülümsemeleriyle.. Büyümekten soğuyorum sırf bu yüzden. Hiçbir halleri doğal olmayacaksa kendileri olmalarının ne anlamı var bunu anlamıyorum. Hatta varlıklarının ne anlamı var ki o zaman ? Yok işte, hiçbir anlamı yok. Neden içtenliğe yer yok bu dünyada? Bu kadar mı zor gerçekten ne hissettiğini, düşündüğünü başkalarıyla samimi olarak paylaşmak? Herkes bir şeylerin arkasına saklanıp gizliyor samimiyetini.. Maske takar gibi. Anlam veremiyorum. Politika dedikleri şey bu olsa gerek. Hiç beceremedim, beceremeyeceğim de. İstemem de zaten. Bence gerçekten lüzumsuz bir şey. Hayatta işe yarıyormuş, yarasın. Her şey işe yaradığı için yapılmaz, bu da onlardan bence. Bana kendimi kötü hissettirecek bir şeyi sonunda ne olursa olsun yapmak istemem. Aynaya baktığım zaman, kendimi görmek istiyorum ben, başka birinin yerimi ele geçirmiş olmasının fikri bile ürkütücü. Gerçi düşününce şimdi, eskiden tam tersiydim. Dışarıdaki ben, ben değildim. Rol yapıyordum kimi zaman, olmadığım birinin görüntüsüne bürünürdüm kimi zaman da. Bunu neden yaptığıma gelince, lisenin ilk dönemlerinin beraberinde getirdiği bir bunalım vardı üzerimde dürüst olmam gerekirse. Ne istediğimi bilmez bir halde geziniyordum etrafta. Kendimi arıyordum belki de. Böylece kendimi ve gerçekten ne olduğumu göstermeyi reddedip farklı bir "ben"i oynuyordum. Bu ilginç ve tatsız dönem geçince, farkına vardım ki, kendime ait olmayan birinin rolünde olmam anlamsızlıktan başka bir şey değil. Mantıksız olması bir yana, mutlu eden bir şey değil ki bu insanı. Neticede kendimi saklama huyumu bıraktım bir kenara uzun bir zaman önce. Oysa ki insanlarda bu durum tam zıt haliyle gözleniyor. Daha küçük yaşlarında kendileri gibiyken, sonradan zaman geçtikçe "çevreye uyum sağlamak" amaçlı bir değişim geçiriyorlar ve buna da "büyüme" diyorlar. Hiçbirimiz büyümesek olmaz mıydı? Belki dünya çok daha yaşanılır bir yer olabilirdi "dahi yetişkinlerimiz" olmadan, kim bilir..